Leaderboard


Popular Content

Showing most liked content since 23-11-2014 in Blog Entries

  1. 8 likes
    Memlekette dolandırıcılığın coşmasıyla ilgili bir sohbette bunları yazmıştım, kaynayıp gitmesin diye buraya ekliyorum. Dolandırıcı dediğimiz adamlar sizin bizim gibi değil. Kafa bu yöne çalışıyor. İkna becerileri çok kuvvetli. Olaylar basit anlatılıyor ama çok daha komplike gerçekleşiyor. Ön hazırlığı filan var. Hustle dizisindeki gibi resmen, hedefi inceliyorlar önce. Mesela Ercan benim yanımda işe girmeden önce onu bana getiren adamla birlikte beni incelemişler. Benim önceki elemanımda şikayetçi olduğum ne varsa Ercan bunun tam tersi olarak geldi bana. Öyle ayarlanmış yani. Ben mesela önceki elemanımın üst baş ve temizlik konusundaki özensizliğinden şikayetçiydim. Adam neredeyse pijamayla gelecek. Ercan takım elbiseyle geldi bana, bir süre de hep takım elbiseyle takıldı. Bunun gibi şeyler. Genel olarak ilk başta bir şekilde güven veriyorlar. Kendilerini çok ahlaklı (kişisine göre dindar) veya zaten başkasını dolandırmaya ihtiyaç duymayacak kadar zengin olarak tanıtıyorlar. Artık hipnoz mu desem, sosyal mühendislik mi desem, bir şekilde karşıdakini buna ikna ediyorlar. Sonra da hep olumlu şeyler oluyor. Deneyim harika yani. Sonra bir anda ufak bir pürüz çıkıyor. O pürüzü çözmeye çalışırken zaten olan oluyor. İşte bir akraba ölüyor da cenazeye gidilmesi gerekiyor, veya bankada bir sıkıntı çıkıyor biraz beklemek gerekiyor filan. Genelde zamanla alakalı şeyler oluyor bunlar. Bu dediğim kısa dolandırıcılıklarda geçerli tabi. Ercan meselesi gibi uzun dönem hadiselerde herşey daha komplike. 90 sonrası özel kanalların açılması ve başını Televole programının çektiği "zenginlerin çılgın hayatı" temalı programlar normal vatandaşa daha önceden de biraz bildiği ama detayını bilmediği şeyleri gösterdi. Daha doğrusu, bazı gerçekleri vatandaşın gözüne soktu. Daha sonra önce internet, sonra da sosyal ağlarla birlikte vatandaş bu gözüne sokulan şeyin maddi yönünü de tam detaylı öğrenir oldu. Yani mesela eskiden "X futbolcu spor arabaya biniyor" şeklindeydi vatandaşın bildiği, bu daha sonra "X futbolcu Porsche 911 Turbo'ya biniyor" şekline dönüştü, en sonunda da "X futbolcu liste fiyatı 500000€ olan, sadece 100 tane üretilmiş Porsche 911 Turbo Special Edition'a biniyor" oldu. Yav adam kendince hesap yapıyor, benim maaşım o arabanın sadece yakıt masrafına bile yetmez diyor. İşte bir noktada kopuyor olay. Toplumun genel olarak yozlaşmasının sebebi de bu zaten. İnsanlar artık çocuklarının okuyup mühendis, doktor, avukat filan olmasını istemiyorlar. İnsanlar çocukları futbolcu, şarkıcı, dizi oyuncusu, müteahhit filan olsun istiyorlar. Eskiden top oynamak için okulu asan çocuğu babası döverdi, şimdi okula gitmek için futbolu aksatan çocuğu babası dövüyor. Neticede bu gelir dengesizliği ileriye bakıp "ne uzar ne kısalır" diyen adamı çıldırtabiliyor. İşte adamın ahlak duygusu önemli, kimisi üzülmekle kalıyor, kimisi "sikerim ulan bu hayatı, çalarım çırparım ben de o arabaya binerim, dünyaya bir kere geliyoruz" diyor. Dolandırıyor, çalıyor, çırpıyor, günü kurtarmaya çalışıyor. Tefeciden borç alıp pavyona gidiyor adam, şampanya açtırıyor. Zira normal maaşla çalışsa şampanyanın şişesini bile göremeyecek. Entellektüel kesimin saçma bulduğu dini meseleler bu konuda bir miktar toparlayıcı görevi görüyor. Ahiret korkusu olmasa çok çok daha kötü olurdu durum. İşte bu çalıp çırpmalar bir noktadan sonra alışkanlığa, yaşam biçimine dönüşüyor. Mesela şimdi dolandırıcılık yapan ama yine sürünen bir adama (Ercan mesela) iş verin, yapabileceği basit bir iş olsun ve makul bir maaş verin, mesela 10K filan olsun, önce kabul eder ama sonra bırakır gider. Halbuki dolandırıcılıkta eline o kadar para geçmiyor, burada en azından peşinden kimse gelmeyecek, gece rahat uyuyacak. Olmaz ama, o Ali Ağaoğlu gibi olmak istiyor. Şirketin vereceği 320i ona yetmez, 740 olacak. Haftasonları arkadaşlarla birkaç kadeh rakı içmek yetmez, boğazda gazinoda şampanya patlatacak. Dünyaya bir kere gelmiş, bunları yapacak. Yoldan çıkmış artık, dönüşü yok. Devletin çok ciddi önlemler alması lazım. Adalet mülkün temelidir lafı bunu anlatır. Adalet olmazsa mülk korunamaz, kimse de o mülk için çalışmaz. Bu düzen böyle devam ettikçe daha fazla insan Ercan olacak, daha az insan dürüstçe çalışıp birşeyler edinmek isteyecek. Bir keresinde Burger King'de kasadaki adamla kapının önünde milletten yemek isteyen çocuklarla ilgili sohbet etmiştim. Adam bana çocuklardan birini gösterip "bu zaten burada çalışıyordu, bizim arkadaşımızdı" dedi. Eleman düzenli maaş aldığı işyerinden istifa edip aynı işyerinin kapısının önünde dilenmeyi seçmiş kariyer olarak. Sadece bu bile birşeylerin yanlış olduğunu gösteriyor. Komplesini okuyacak sabrı gösteren herkese görüştüğümüzde küçük Starbucks kahvesi ısmarlıycam.
  2. 5 likes
    Bu bizdeki arabaların motor hacmine göre vergilendirilmesi sistemi, daha doğrusu bu sistemin 1.6L üzeri motor hacmine sahip arabaya bineni cezalandıracak şekilde ayarlanması çok yüksek ihtimalle bu sistem ilk geldiği zaman yerli otomobil endüstrisini koruma amaçlı yapılmış birşey. İstisnalar haricinde Türkiye'de üretilen arabalar hep küçük motorluydu. Dünya genelinde ortalama sayılan 2.0L motor bizim üreticilerin pek bulaşmadığı bir hacimdi. Haliyle büyük motorlu araba = ithal araba gibi bir durum vardı. Özellikle gümrük birliği sonrasında ithal arabaya ekstra bir vergi koyulamadığı için büyük ihtimalle bu şekilde ithal araba alanı cezalandırarak yerli endüstriyi teşvik etmek istediler. Tabi yine çok yüksek ihtimalle bunu devleti yönetenler değil, yerli araba üreticileri akıl etti. Bizim geçen yıllarda isyan ettiğimiz Vestel vergisinin bir benzeri yani bu da. Tabi o zaman bunu "büyük motor çok yaktırıyor" yalanının arkasına saklayarak milleti ikna ettiler. Makas git gide açıldı, normal olanı kullanan bile cezalandırılıyor artık. Millet olarak her arabayı olabilecek en küçük motorla almayı tercih eder olduk. Küçük motor tüketimi düşürmez. Sadece rölantideki tüketimi düşürür (ki artık Stop / Start sistemleri sayesinde o da pek kalmadı). Küçük motor arabayı sürücünün talep ettiği gibi hareket ettirecek gücü üretebilmek için daha yüksek devirde çalışmak ve daha fazla zorlanmak zorundadır. Bu da hem tüketimi arttırır, hem de motoru daha fazla yıpratır. Yıpranan motorun onarımında kullanılan parçalar da yine ithal parçalar, çünkü araba yerli olsa bile motor yurtdışından geliyor. Kazık her türlü bize giriyor yani. Maalesef kendini bu konuda uzman olarak tanıtan bazı dingiller bu küçük motor = az tüketim yalanını millete yedirdikleri için kimse itiraz etmiyor bu duruma. İtiraz edenler vergi zammına itiraz ediyor, sistemin komple yanlış olmasına değil. Halk ciddi şekilde isyan etmediği için de bu sistem böyle devam edecek, iktidar değişse bile bu değişmeyecek. Biz de çekmeyen arabalara çok para vermeye devam edeceğiz.
  3. 4 likes
    Eski çalışma masamı yaparken koyduğum hedeflere eriştiğimden yeni bir hedef ve güzel görünüm için masa değişikliğine ihtiyacı vardı. Yaklaşık 1 yıldır çalışma odamda dokunmadan duran eski Ikea Hemnes masayı bu nedenle revize ederek kullanmaya karar verdim. 3 yıl kadar benim kullandığım, sonrasında ofiste sekreter masası olarak kullanılan ve toplamda 10 yıl civarında eskitilmiş Ikea Hemnes masamın her yanı çizikler, derin defektler ve mürekkep lekeleriyle doluydu. Ayrıca minifix (birleştirici vidalama sistemi) yuvaları da yalama olmuş ve masa salladığınızda devrilecekmiş görünümündeydi. Youtube'a yükledim, buyurun link : Ikea Hemnes Masa revizyonu ve tamiri İlk hali ve son hali arasındaki farkları da beğenirsiniz umarım. Görüşmek üzere.
  4. 4 likes
    Şimdi, bizlerin, sizlerin kullandığı, sahip olduğu, veya olmayı planladığı arabalardan bağımsız olarak yazıyorum bunları. Lütfen siz de "ama ben aldım / denedim, beğendim, bana yetiyor" şeklinde bireysel cevaplarla saldırmayın bana. Ülkemizin en yaygın premium araba markaları olan Mercedes, BMW ve Audi "uzunlamasına yerleştirilmiş" motorlu arabalardan başlar. Yanlamasına motorlu modeller aslında o üreticilerin premium olmayan markalardan müşteri çalabilmesi için tasarlanmış, marka karakterini yansıtmayan modellerdir. Bunu ilk olarak Audi A3 modeliyle başlatmıştır. Bu sebeptendir ki, Audi'yi A3'le tanıyanlar "yha aslında Golf'ten pek farkı yok yha" şeklinde yarak kürek yorumlar yaparlar. Kendi başına haklı olan bu yorum markanın genelini temsil edemez. Nasıl mesela AKG'nin gençleri hedefleyen Y serisi kulaklıkları aynı markanın efsanevi modelleriyle alakasızsa, nasıl mesela Apple tutup giriş seviyesinden müşteri çalmak için özel arayüzlü ama Android çalıştıran telefon yapsa o telefon gerçek bir Apple ürününün deneyimini yaşatmayacaksa, bu yan motorlu arabalar da böyledir. Marka kimliğine, kültürüne terstir. Tabi kullanılmaz, çöp filan değil bunlar, ama kalite, hissiyat, deneyim olarak üstteki modellerle alakaları yok. Onları sanki mesela BMW'nin özel siparişle Peugeot'ya ürettirdiği modeller gibi görebiliriz. Motor meselesi biraz daha karmaşık. Çoğu insan küçük motorlu arabaları "sadece motoru daha küçük" zannediyor. Halbuki durum böyle değil. Şimdi mesela hazır toplanmış PC aldığınızı düşünün. İşte i3, i5, i7 işlemcili modeller var. Kağıt üzerinde de bunların işlemcileri haricinde herşeyleri aynı görünüyor. Peki aynı mı olur? Bunların hedef kitleleri farklı. i3 işlemcili sistem çocuğa karne hediyesidir. i5 kendisi kullanacak adamın sistemidir, biraz birşeyler biliyordur. i7 uzmana, profesyonele göredir. Kasaları aynı olsa bile anakart farklı olur. Disk kapasitesi aynı olsa bile disk modeli farklı olur. PSU farklı olur. Donanım listesinde gözükmeyen hemen herşey değişir, öyle olmalıdır da. Amatörle profesyonele aynı ürün satılmaz. Tabi o amatör model de çöp değil, onun da bir hedef kitlesi, müşterisi var. Lakin bunların sadece işlemci ile birbirinden ayrıldıkları gibi bir durum yok. O sadece en düşük modeli alanın kendine söylediği bir yalandır. "Çok fazla işlem gücüne ihtiyacım yok, geri kalan herşey zaten o 3000 dolarlık sistemle aynı" der adam. Arabalarda da durum aynı. İzolasyon, koltuk süngerinin kalitesi, fren sistemi, hatta dışarıdan aynı görünen jantların kalitesi bile değişiyor. Biri daha önce VW / Honda / Opel / Toyota filan kullanmış adama özel oluyor, diğeri zaten BMW / Mercedes / Audi kullanan, markaların karakterini bilen, daha arabaya binmeden alacağı hissi tahmin eden adam için üretiliyor. Aslında buraya kadar da bir problem yok. Giriş seviyesi model tabii ki olacak. Lakin, bu giriş seviyesi modellerin Türkiye'ye / Türkiye gibi fakir ülkelere özel olması bu masum girişimi bozuyor. Bu 1.6L motorlu kocaman arabalar, 4x4 özelliği kırpılmış arazi araçları filan Almanya'da Hans'ın, Helmut'un "ya arabadan ne anlar bu ayılar, birkaç oyuncak koy bir de ufak motor ekle, binip eğlensinler" diye bize itelediği modeller. Maalesef bizim sikik vergi sistemimiz de buna çanak tutuyor. Herkesin tercihi, imkanları, ihtiyaçları farklıdır tabi. Ben kendim için bu "iteleme" modelleri asla almam. İkinci el alırım, iki yaş daha yaşlısını alırım, Opel, VW, Honda filan alırım ama sırf premium arabaya binmiş olmak için bu soytarılığın bir parçası olmam. Tabi benim durumum farklı, mesela kredi cekmiyorum, garantiye çok fazla takılmıyorum filan. Neyse, dediğim gibi bunu kişilerin şahsına filan yazmadım, bu küçük motorlu premium arabalar konusundaki genel görüşlerimdir bunlar.
  5. 4 likes
    Ekşi Sözlük gibi, insanların yüzlerini veya isimlerini göstermeden yazabildikleri ve jüri rolünü üstlenip her konuda atıp tutabildikleri ortamlarda oluşan bir "beğenmeme" hastalığı var. Bunu algılayamayıp oradaki yazılanları ciddiye alınca insanın zaten hiçbirşey yememesi, içmemesi, kullanmaması gerekiyor, çünkü hemen her popüler ürünün altına "bokum gibi" yazan dingiller var. Bu dingillerin bazıları o bahsi geçen ürünü hiç kullanmamış (veya yememiş, içmemiş) bile. Mesela (atıyorum) Absolut votka başlığına bakıyorsun. Biri "Smirnoff buna 100 basar, bok gibi votka, sırf reklam" diyor. Diğeri çıkıyor bilgisini ispatlamak için "Absolut ve Smirnoff denen lağım suyunu içeceğime çay içerim. Moskovskaya'nın üzerine votka tanımam" diyor. Başkası çıkıyor Absolut'u yapanın anasını avradını diyor. Hani bilmeyen birisi bu adamları böyle kadrolu barmeni olan villada yaşıyorlar, evde boyuna votka martini filan içiyorlar sanır. Lan zaten o bok attığın şeyi bir kere denemişsin, normalde Tekel votkasına talim ediyorsun, bu neyin artistliği? Bununla kendilerini tatmin ediyorlar. "Öyle havalıyım ki, herkesin beğendiği şeye bok attım, ezdim onu" diyor adam kendi kendine. Sonra gidip otuzbir çekiyor. Sonra ellerini yıkayıp başka bir popüler başlıkta bok saçıyor etrafa. İşte bunlar hep eziklikten. Mesela biz iPhone'a laf ediyoruz ama alamadığımızdan filan değil, almışlığım kullanmışlığım var, yine alırım istesem, bana uymadığı için laf ediyorum. Diğer yandan laf edenlerin yarısından çoğu alamadığı için laf ediyor. Bugün DSG'ye laf sokanların çoğu Volkswagen'in ancak 1/18 modelini alabilecek durumda. Adam Absolut'a, Mercedes'e, Sony'ye, ona buna birşey bildiğinden, anladığından değil, ulaşamadığına bok atarak rahatladığı için bok atıyor. Zaten ismi cismi de belli olmadığı için söve söve ilerliyor başlıklar arasında. Artık antibiyotik mi olur, ampütasyon mu olur, bir şekilde çare bulmak lazım bu hastalığa.
  6. 3 likes
    Ben öğrenciyken en nefret ettiğim şey yaz tatili için verilen ödevdi. Çocuğuz, zaten okul filan çocuk doğasına tam uygun birşey değil, ileride lazım olacak filan ama işte uyum sağlanması zor birşey. İşte o zor şeyin çocuğu rahat bıraktığı birkaç aylık yaz tatili dönemi sanki millete batıyormuş gibi rahat rahat tatil yapmasın çocuklar diye bir ton ödev verirlerdi. Şimdi aynı zihniyet çocukları yaz kampına yönlendirmeye çalışıyor. Neymiş, öğrenilen şeyler yaz tatilinde unutuluyormuş. Hadi ya, ben de neden uzaya roket gönderemedik diye merak ediyordum, demek ki bu sebeptenmiş. Yaz okulları ve kampları sayesinde çocuklar o bilgileri hiç unutmayacak ve bu sayede roketlerimiz havalanacak birkaç sene sonra. Bu çocuklar unutuyor diye hayıflanılan bilgiler de zaten çoğu aslında bir boka yaramayan şeyler. Hangi nehir hangi vilayetlerden geçer, hangi dağın yüksekliği kaç metre, nerede ne yetişir, hangi padişah ne zaman doğmuş ne zaman ölmüş filan... Bunları hiç unutmayan bir çocuğun hayatında hiçbir olumlu değişiklik olmayacağı gibi, bu fuzuli şeyler gençlerin gerçekten işlerine yarayacak şeyleri öğrenmesini de engeller. Ne zaman televizyonda çocukların yaz kampına filan gitmesinin gerektiğini söyleyen birini görsem içimden (bazen de dışımdan) siktir git diyorum. Çocuklar yazın tatil yapsın, bari çocukken rahat etsinler.
  7. 3 likes
    lawnmower

    Periyodik tablo

    Lisede bize Keifer diye ecnebi bir kimya hocası gelmişti. Adam biryerlerde kendine has bir periyodik tablo yaptırmış. Kendine has dediğim, A4'ten büyük gibi, ama kenarlarında boşluklar var. Yani neredeyse bir A4 kadar da boş alan var kâğıtta. Bize dağıttı bunları. "Sınavlara bunu da yanınızda getireceksiniz" dedi. Biz tabi şaşırdık. Sonra adam işi daha da abarttı, "Boş yerlere formül filan ne isterseniz yazabilirsiniz, yani sınava gelirken ihtiyacınız olacak şeyleri hazırlayın, öyle gelin" dedi. Biz "ağam bizimle eğlenir" modundayız ama adam ciddi. (Fena halde rahmetli Süleyman Seba'ya benziyordu bu arada bu adam) Neyse, hoca bize açık açık kopya çekin diyor işte. Yav olacak iş mi, biz o güne kadar kimyada hep element sembolü, numarası, formül filan ezberlemişiz. Adam bunları bizden istemiyor. Peki bizden ne istiyor? Mr. Keifer bize özel bir muamele mi yapacak sınavda? Sonra haftalar geçti, sınav haftası geldi, sınav olduk. Adam aynen dediği gibi üzeri formüllerle bezenmiş periyodik tabloyla sınava girmemize izin verdi. Sorular alıştığımız gibi değildi ama. Ezber değil bilgi ve kafa gerektiren şeylerdi. Formül hazırda olsa bile onu kullanacak noktaya gelmek için sorunun yorumlanmasını gerektiren şeylerdi. Olacak iş değil yav. Çok acaip yani. Fantastik bir deneyim. Neyse, şimdi o hoca ölmüştür büyük ihtimalle. Lakin ben o sistemi unutmadım. Olması gereken oydu zira. Fuzuli şeylerle beyinleri doldurmak yerine gerçek dünya senaryolarına daha yakın bir sistem uyguluyordu adam. Öyle ya, periyodik tablo ve formüller kolayca ulaşılabilecek şeyler, ama esas lazım olan onları kullanabilmek için gereken beceri. Keşke tüm öğretmenler böyle sistemler benimsese, şu boktan ezberci eğitim sistemini sonsuz hiçliğe uğurlasak...
  8. 2 likes
    Vestel Desibel SBA400 Soundbar nihayet elime ulaştı ve dün gece kurulumunu yaptım. Önce birkaç fotoğraf... Ürünün malzeme kalitesinden bahsedeyim. Kasası fırçalanmış aluminyum ve üstteki Vestel logosunu yok sayarsak, çok şık bir görünümü var (logoyu asetonla silmeyi düşünüyorum). Cihazın ağırlığı, metal kasası sebebiyle 3.7 kg. Internet üzerinde giriş/çıkışlarıyla ilgili çok az bilgi olduğu ve hiçbir görsel de bulunmadığı için, özellikle arka kısmını fotoğrafladım. Gördüğünüz gibi cihazda 1 adet HDMI girişi, 1 adet de ARC özelliği taşıyan HDMI çıkışı bulunuyor. Bu fiyat seviyesindeki (350-800 TL bandı) hiçbir soundbar'da HDMI giriş-çıkışı yok; bu yüzden diğer cihazlardan bir adım öne çıkıyor SBA400. Aklıma gelmişken yazayım; cihaz Vestel'in Manisa'daki tesislerinde değil, Çin'de üretilmiş. ARC destekli HDMI neden önemli? Çünkü TV'niz ile soundbar arasında ARC destekli HDMI portları aracılığıyla bağlantı yaptığınızda, TV'nizin kumandasından soundbar'ı da kontrol edebiliyorsunuz. Soundbar TV ile birlikte otomatik olarak açılıp kapanıyor. Optik, coax ve RCA bağlantı kullandığınızda, cihazı kendi kumandasından açıp kapamak ve ses seviyesini de yine kendi kumandasından ayarlamak zorunda kalıyorsunuz. HDMI/ARC bağlantısı, sizi bu dertten kurtarıyor. Cihaz açıkken, bize göre sağ taraftaki ufak bir alanda 1 adet beyaz LED, aktif olan giriş portunu belirmek için de bunun hemen yanında farklı renklerde 1 adet LED yanıyor. HDMI/ARC bağlantı için açık yeşil, optik giriş için koyu yeşil, Bluetooth için mavi gibi farklı renkler belirlenmiş. Ben HDMI/ARC girişini kullandığım için beyaz/açık yeşil renkte yanan LED'ler gözümü rahatsız etmedi; cihazla ilgili olarak en çok bu duruma sevindim diyebilirim HDMI/ARC bağlantısını için en başta ufak bir sorunla karşılaştım. TV'yi stand-by konumuna aldığımda soundbar da kendini kapatıyor, ancak 2-3 saniye sonra tekrar açılıyordu. TV'nin yazılımından kaynaklandığını düşündüğüm bu sorunu, TV'ye yazılım güncellemesi yaparak aştım. Şu anda bağlantı, birlikte açılma-kapanma sorunsuz durumda. Ses kalitesine gelince... Soundbar'la birlikte TV çağ atladı diyebilirim. Cihazın tiz ve orta frekanslardaki ses üretimi çok başarılı; çok net ve pürüzsüz ses alıyorsunuz. Alt frekanstaki seslerde pek tabii ki harici subwoofer'lı cihazlar kadar iyi değil, ama yine de tatminkar ve tok bass sesler üretebiliyor. 30 kademe ile ayarlanan ses seviyesinde zaten 19-20. kademeden sonra sesi daha fazla açamıyorsunuz konu-komşuyu rahatsız etmemek için Ancak bu seviyelerin üzerinde bile seste herhangi bir çatlama, netlik kaybı yok. Cihazla ilgili hoşuma gitmeyen tek husus şu oldu: Girişler arasında seçim yaparken hangi girişte olduğunuzu bir kadın sesiyle söylüyor ve bu kapatılamıyor. Sonuç: Malzeme kalitesi, şık tasarımı, ses çıkış gücü, ses kalitesi, giriş-çıkış özellikleri ve en önemlisi HDMI/ARC desteği sayesinde, 378 TL'lik fiyatının kat kat üzerinde performans veren, kıyıda köşede kalmış bir "hidden gem"
  9. 2 likes
    Aslında oldukça uzun bir süre önce yaptığım ve hali hazırda kullanılmakta olan monitör standı videosunu ancak düzenleyip YouTube’a atabildim. Makalelerle uğraşmadan evvel yaptığım çam masanın makalelerimin tümünün yayınlanması sonrası 200 cm’den 100 cm’ye küçültülmesi esnasında çıkan bir sürü parça oldu . Bağlantı ekipmanları, kuru masif çam parçalar vs. derken bunlardan hem monitör standı hem de yazıcı sehpası yaptım. Öncelikle monitör standı videosu yayında : Eski çam masadan monitör standı yapımı
  10. 2 likes
    pentaman

    Antik Antalya

    Türkiye'de bulunan antik kentlerin keşfi için biraz geç bir yaşa sahip olsam da son 3-4 yıldır nerede kim yaşamış, nasıl yaşamış ? gibi meraklarım oldu. Senede 3-4 defa Antalya'ya gidiyorum, daha çok kongreler, arada sırada da tatil için. Ancak Antalya'da antik kentleri gezme fırsatım olmamıştı. Bunda antik kentler arasındaki mesafelerin uzak oluşu, otelin içine kapandık mı başka bir yere çıkmıyor oluşumuz gibi etkenler ön plandaydı tabi. Bu kongreye sadece sunum yapmak için geldiğimden geliş ve gidiş günlerimi ayırdım ve bir araba kiralayıp en azından antik kentlerden ikisini gezmek için vakit buldum. Perge Antik Kenti Antik tiyatrosu hala hayatta olsa da ziyarete açık değil maalesef, ancak göreceklerinizin yanında tiyatro açıkçası biraz sönük kalıyor. Perge antik kenti oldukça büyük bir alanda kurulu ve iki ana caddede sütunlu kamu binalarının kalıntılarıyla çevrili çeşmeleri-hamamları olan bir kent. Yine agora yani pazar alanı oldukça büyük ve ortasında ayazma-kutsal alan gibi bir anıt halen duruyor. Antik tiyatro : Gymnasium'a giden cadde (yön olayını çözememiş biri olarak direkt aklımda böyle yer etti ) Ana cadde bitimi ve tak, hemen arkasında sütunların sonunda da çeşme : Diğer gezebildiğim antik kent ise daha çok tiyatrosunun oldukça iyi durumda kalmış olmasıyla hepimizin bildiği Aspendos. Aslında su kemerleri inanılmaz ihtişamlı olan kentin tiyatrosu hep daha ön planda kalmış ama sabredip yukarı kentin sonuna kadar giderseniz eğer su kemerlerini görebileceksiniz. Su kemerleri : M.S. 2-3. yy'a kadar yaşamış her kentte bir bazilika kampanyası. Bazilikanın üst katında sonradan eklenmiş görünen duvar kalıntıları ne zaman eklendi diye merak ediyor insan) : Panoramik olarak meclis ve agora kalıntıları:
  11. 2 likes
    Yaklaşık 8 senelik iMac'im son 3-4 aydır önceleri az sonraları giderek artan miktarda kapanma, kilitlenme, uykudayken kapanıp açılma gibi problemler yaratmaya başladı. Ömrünü tamamladığını düşündüğüm için önemsemedim ancak iMac güncellemesi de yapmak istemedim, bunun yerine uygun bir usb-c girişli monitör ararken bir süre daha idare edebilir miyim ? sorusunu sordum kendime ve neler oldu bakalım ? Olası sorunlar arasında ilk aklıma gelen iMac'in normalde de ısınan bir alet olması nedeniyle aşırı ısınarak kendisini kapatıyor olması geldi, çünkü herhangi bir yazılımsal problem düşündürecek log dosyası yoktu. iMac'in son ana kadar sürekli ısınıp fanları yüksek devirlerde çalıştırması (muhtemelen sessiz olması için bu şekilde ayarlı) problemi nedeniyle ısınıp kapanma daha olası geldi. Bu nedenle öncelikle Macs Fan Kontrol yazılımını kurdum, gerçekten de çekirdek sıcaklıkları 95-96 dereceye ulaşıyordu, heatsink ise 60 dereceyi ancak görüyordu. iMac içerisinde yaptığım modifikasyonlar nedeniyle de bazı problemler olmuş olabilirdi, bunların başında hdd altında bulunan fanın 5000 devirlerde çalışmasını önlemek için hdd ısı sensörünü devredışı bıraktığım için de ısınıyor olabilirdi. Yaptığım tüm zorlama denemelerinde alet kilitlendi, yine zorlamadan da uyku modunda da kapanıp açılmalar giderek arttı. Uygun olduğum bir zamanda iMac'i yine açtım. Burada sol alt köşede gördüğünüz işlemcinin heatsink'i ancak işlemci tam ortada ve ssd'nin üstünde kalıyor. Yine sağ üstte gördüğünüz heatsink ise ATI Radeon ekran kartına ait. Bağlantı noktalarına ait çok sayıda video var ama çok kolay bir işlem, hepsini dikkatlice söktüğünüzde anakart ve ekran kartı-heatsink olduğu gibi çıkıyor. Sökülmüş hali de yukarıda gördüğünüz gibi. Bunları sökmek zorundayız çünkü direkt olarak heatsinki çıkarmak mümkün değil maalesef. Öncelikle işlemcinin heatsinkine bakalım : 4 köşedeki vidaları çıkarında işlemci heatsinki çıkıyor, ısı sensörünü de çıkarmayı unutmayın. Apple buradaki vidanın üzerine etiket yapıştırarak ironi mi yapmak istemiş bilemiyorum ama buraya gelene kadar her vidayı sökmek gerekiyor zaten Sökülmüş haline bakınca macun aşırı derecede kuru ve işlemciyle temas çok noktada kesilmiş haldeydi, burada Apple'ın bu kadar adi bir termal macun kullanması gerçekten can sıkıcı, 8 senede kurumuş çöp olmuş diyebilirsiniz ancak ekran kartında durum öyle değildi maalesef. Apple çok büyük ihtimalle tedarik aşamasında ekran kartına iyi bir macun kullanırken işlemcide bunu yapmamış. Ekran kartının neredeyse her noktası için heatsink'e temas sağlanmıştı ve macun halen kıvamını koruyordu. İşte bu da ekran kartı : Güzel bir temizlik sonrası görüntüler : En son olarak Vatan Bilgisayar'dan 20 TL'ye aldığım termal macunu sürdüm. Tüm bunları yaptıktan sonra genel bir toz temizliği de yapıp iMac'i tekrar toparladım ve açtım. İlk açılış sonrası maalesef 95-96 dereceleri görmeye devam ettim. Alet 15 dakika sonra yine kilitlendi, hatta gün boyunca bu süreç devam etti ve ben Amazon'dan usb-c 4k monitör bakınmaya başladım. Philips güzel bir monitörü Avrupa pazarına da sunmuş onu fark ettim. Tam siparişi verecekken biraz daha işim olduğu için iMac'i açtım ve sürpriz alet hem güzel çalışıyor hem kilitlenmiyor hem zorlamalara rağmen durmuyor vs. Macs Fan Kontrol'ü açtım, Adobe Premiere Pro'yla çalışırken bile 92-93 dereceyi görüyor en fazla ve heatsink bu esnada 70 dereceye kadar çıkıyor ve fanlar otomatik olarak devreye giriyordu.Kısacası herşey düzelmişti. @OnLyTNT sağolsun hatırlattı, macun sürüldükten sonra 1-2 gün içerisinde oturuyor ve gerçekten de durum bundan ibaretti. Sorunum çözülmüştü. Bir gecemi aldı ancak şu anda iMac'im ilk aldığım gün gibi çalışıyor ve ekstra bir masraf yaptırtmadı bana, 20 TL'yi masraf olarak kabul edecek olursak tabi 9. yılda da görüşmek üzere...
  12. 2 likes
    Pek sevgili CHW okurları... Uzun zamandır, Silverstone LC16M kasamın evsahipliği yaptığı bir sistemi HTPC olarak, daha doğrusu ekseriyetle kulaklıkla müzik dinlemek amacıyla kullanıyordum. Bu sistemin omurgasını oluşturan bileşenler şöyle idi: SilverStone Lascala LC16M HTPC Kasa ASUS Xonar Essence ST Deluxe Ses Kartı PCI (Analog 7.1 kanal ses çıkışı sağlayan H6 ek kartı ile birlikte) Seasonic X-460FL 460W 80+ Gold Fansız Güç Kaynağı Intel 330 Serisi 180 GB SSD Intel Core 2 Duo E7400 İşlemci MSI P35 Platinum Anakart Kingston 2x2 GB DDR2-800 RAM Sapphire HD 5450 1 GB Pasif soğutuculu grafik kartı Bu sistemi, o dönemde elimde halihazırda var olan anakart, işlemci ve RAM'leri baz alarak toplamıştım. Anakartın üzerinde dahili grafik yongası olmadığı için de, fansız çalışan giriş seviyesi bir grafik kartı kullanmak zorunda kalmıştım. Kasa olarak LC16M modelini seçme nedenim, hem ön tarafındaki bilgi ekranı ile multimedya kontrol düğmelerinin varlığı, hem de uzaktan kumandaya sahip olmasıydı. Gel gelelim, kasanın uzaktan kumandasını bir türlü istediğim şekilde kullanamadım. Kasanın IR alıcısı sorunluydu, floresan ışıkla aydınlatılan mekanlarda kumandadan gelen komutları algılamakta zorlanıyordu. Multimedya kontrol düğmelerinin ve bilgi ekranının ise çok da önemli ve kullanışlı olmadığını zaman geçtikçe anladım. Tüm bunlara ek olarak, sistemi HTPC olarak topladığım halde, belki üç-dört defa bu sistem üzerinden film oynatıp büyük ekran TV'de izlediğimi fark ettim. En nihayetinde ben bu sistemi sadece müzik dinlemek için kullanıyordum ve sistem bu haliyle olması gerektiğinden daha fazla güç tüketiyor ve olması gerektiğinden daha fazla yer kaplıyordu. Ve bu duruma acilen bir çözüm bulmam gerekiyordu... Günümüzde son derece revaçta olan "Küp PC"ler, yani mini-ITX anakartlar ve bunlara uygun, çok daha az yer kaplayan kasalarla kurulan sistemler, benim de aradığım çözüm olabilirdi. Lakin ortada şöyle bir sorun vardı. Piyasadaki güncel mini-ITX anakartlar, sadece tek bir PCIe yuvayla geliyorlar ve benim bu sistemde kullanmak istediğim Xonar Essence ST Deluxe ses kartı, PCI veriyolunu kullanıyor. Bu yüzden, güncel işlemci & mini-ITX anakart ikilisi yerine, nispeten daha eski ve üzerinde PCI yuvası olan bir mini-ITX anakart temin etmem gerekiyordu. Bu anakartla birlikte, mümkün olduğunca düşük güç tüketen bir işlemci temin etmek de şarttı tabii. Bu sebeplerle, kendimi sahibinden, DH gibi sitelerde ikinci el mini-ITX anakart ararken buldum. Ve "arayan mevlasını da bulur, belasını da" atasözümüzdeki öngörü gerçek oldu; tam olarak aradığım bir mini-ITX anakart ile karşılaştım. Intel'in D410PT model mini-ITX anakartını, turuncu forumda çok çok uygun bir fiyata bulmuştum. Mevzubahis anakart, üzerinde tek fiziksel çekirdekli, 1.66 GHz hızında çalışan, 64-bit ve Hyperthreading destekli bir Intel Atom D410 işlemciyi barındırıyor. Bu işlemci pasif olarak soğutuluyor ve 10 Watt kadar güç tüketiyor. Anakart üzerinde çift DDR2-800 destekli (azami 4 GB) RAM yuvası, bir adet PCI yuvası, iki adet SATA-300 portu, Intel GMA 3150 dahili grafik çekirdeği ve dahili 100 Mbit Realtek ethernet özelliğini barındırıyor. Bu haliyle anakart, hayata geçirmek istediğim yeni projem için biçilmiş kaftandı diyebilirim. Pek tabii ki anakart ve üzerindeki dahili Atom işlemciyle ilgili birtakım şüphelerim de vardı. Halihazırda kullandığım sistemde, FLAC biçimindeki, büyük çoğunluğu 44.1 KHz'de örneklenmiş müzik dosyalarını foobar2000 altında 96 kHz'e upsample ederek dinliyordum. Ve Atom işlemcilerin, hatırı sayılır bir işlem gücü gerektiren bu upsample işleminin altından kalkıp kalkamayacağından emin olamıyordum. Internet üzerinde buna dair bir bilgi kırıntısı bile yoktu (veya ben doğru kaynaklara ulaşamamıştım). Elde kalan tek yol, bizzat deneyip öğrenmek olacaktı ve Jerry Pournelle üstadın da her zaman vurguladığı üzere, siz denemek zorunda kalmayasınız diye ben sizin yerinize denedim. Sonucun müspet olup olmadığını, yazımızın devamında okuyabilirsiniz. Intel D410PT Anakart Anakart konusunu bu şekilde hallettikten sonra, sıra bu anakarta uygun bir kasa temin etmeye gelmişti. Bu proje kafamda belirdiği günden beri, Silverstone FT03 Mini model kasayı alternatifler arasında en üst sıraya koymuştum. Ancak bu kasada, benim ulaşmak istediğim nokta ile örtüşmeyen birkaç unsur vardı. Öncelikle kasada, ATX değil SFX biçiminde, SFF kasalar için özel tasarlanmış güç kaynağı kullanmak zorunluydu. Böyle olunca, hem elimdeki fansız Seasonic güç kaynağını kullanamayacak, hem de SFX biçiminde, üstelik aktif olarak fanla soğutulan bir güç kaynağı için ekstra para ödemek durumunda kalacaktım. Silverstone'un tasarım ve malzeme kalitesi şüphe götürmez, ancak 350 Watt'lık bir SFX güç kaynağıyla birlikte FT03 kasaya ödeyeceğim meblağ 600 TL'yi buluyordu ve bu gerçek, beni farklı bir çözüm aramaya yöneltti. Turuncu forumun 2. el delhizlerinde kaybolmuşken, tünelin ucunda bir ışık göründü ve "işte aradığım kasa bu" düşüncesi hasıl oldu Bir arkadaş, Amazon'dan Jonsbo C2 model bir mini-ITX kasa getirtmiş; ancak elindeki grafik kartını bu kasaya sığdıramadığı için kasayı kullanmadan satışa çıkarmış. mini-ITX ve micro-ATX anakartları kabul eden küp şeklindeki bu kasada, standart ATX güç kaynağı kullanılabiliyor. Kasa tamamen aluminyumdan üretilmiş; ön, yan ve üst panelleri fırçalanmış aluminyum ve haliyle son derece şık. Üretim/malzeme kalitesinin Silverstone'un ürünlerini aratmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Jonsbo C2 kasa için de arkadaşla anlaştıktan sonra, kasa ertesi gün sağ sağlim elime ulaştı. Ancak bu kasayla ilgili de ufak bir pürüzü gidermem gerekti. Şöyle ki, kasanın yan tarafında 2 adet USB 3.0 giriş bulunuyor; ancak kasada kullanacağım D410PT anakartta sadece USB 2.0 desteği var. Bu sebeple, ön yüzdeki USB girişleri kullanabilmek için bir USB 3.0 >> USB 2.0 çevirici kablo almam gerekti. Bu kabloyu da Gittigidiyor'daki bir satıcıdan temin ettim. Silverstone LC16M kasayı, içinde kalan bileşenlerle farklı bir proje için kullanmak istediğimden, ekstradan 4 GB'lık DDR2 RAM de temin etmem gerekti; ki bu RAM'leri de tesadüf eseri yaşadığım şehirdeki bir arkadaştan uygun fiyata satın aldım. Jonsbo C2 mini-ITX Küp Kasa Tüm bileşenler teker teker tamamlanınca, geriye Voltran'ı oluşturmak kalmıştı Project SoniCube'un bileşenlerine topluca göz atmak gerekirse: Jonsbo C2 mini-ITX Kasa Intel D410PT mini-ITX Anakart Intel Atom D410 Tümleşik İşlemci (1.66 GHz, tek çekirdek, 64-bit, Hyperthreading, 10 Watt TDP) 2x2 GB OCZ DDR2-800 RAM Intel 330 Serisi 180 GB SSD Intel GMA 3150 Tümleşik GPU ASUS Xonar Essence ST Deluxe Ses Kartı PCI Seasonic X-460FL 460W 80+ Gold Fansız Güç Kaynağı SSD, ses kart ve güç kaynağı elimde halihazırda bulunduğu için, bu projenin gerçekleşme maliyeti şöyle oldu: Jonsbo C2 mini-ITX Kasa: DH 2. el forumundan, kargo dahil 170 TL'ye satın alındı. Intel D410PT mini-ITX Anakart: DH 2. el forumundan, kargo dahil 65 TL'ye satın alındı. 2x2 GB OCZ DDR-800 RAM: DH 2. el forumundan, 60 TL'ye satın alındı. S-Link USB 3.0 >> USB 2.0 Çevirici Kablo: Gittigidiyor'dan kargo dahil 13 TL'ye satın alındı. Toplam proje maliyeti: 308 TL Sizleri şimdilik, Project SoniCube'a hayat verecek bileşenlerle başbaşa bırakıyorum Kasanın toplanmasıyla ilgili çektiğim bir video da buraya eklenecek. foobar2000 altında, çeşitli dosya biçimleri üzerindeki upsample deneyimlerini ve performans sonuçlarını da burada bulacaksınız. Hatta belki bu çalışmamız, internet üzerinde bu konuda yayınlanmış ilk ve tek kaynak olacak Günceleme (17.04.2016) SoniCube ayağa kalkıyor Biraz geç de olsa, sonunda SoniCube kasasının montajını yukarıdaki videoda da görebileceğiniz şekilde yaptım. İşletim sistemi ve diğer gerekli uygulamaları kurdum, birkaç ince ayar da yaptıktan sonra bu sistemi nasıl daha kullanışlı hale getirebilirim diye kafa yormaya başladım Neler yaptığımı madde madde özetleyeyim. Kasayı topladıktan sonra sistemin PS2 klavye/fare ve monitör bağlantısını yaptım ve USB flash bellek üzerinden Windows 7 Ultimate 64-bit SP1 işletim sistemi kurulumunu gerçekleştirdim. İşletim sistemi kurulduktan hemen sonra, Intel’in web sitesinden anakartın en güncel sürüm BIOS’unu indirip BIOS güncellemesi yaptım. Anakartın üzerindeki mevcut BIOS 2010, güncel BIOS ise 2011 tarihli idi. Güncellemenin ardından BIOS’a girerek, gereksiz tüm bileşenleri (seri port, tümleşik ses, USB Legacy vs.) kapattım. PCI latency timer değerini 128’e ayarladım ve HPET özelliğini aktif hale getirdim. S3 Suspend to RAM ve Wake on LAN (WOL) özelliğini de aktifleştirdim. İşletim sistemi kurulumundan sonra sıra sürücülerin kurulumuna gelmişti. Ancak bu noktada ufak tefek pürüzler çıktı. Anakartın destek sayfasında, sadece 32-bit Windows işletim sistemleri için sürücüler yer alıyor. Bu yüzden, siteden indirdiğim grafik kartı sürücüleri sisteme kurulmadı. Ben de Lenovo’nun farklı bir model bilgisayarı için yayınlanmış Intel GMA 3150 Tümleşik GPU’ya ait 64-bit’lik sürücülerini ayrıca indirip sisteme kurmak durumunda kaldım. Yine benzer bir şekilde, anakartın SATA kontrolcüsünün sürücüleri sisteme yüklenmemişti ve Aygıt Yöneticisi altında Microsoft’un jenerik sürücüleri yüklü gözüküyordu. Bu sorunu da, Intel RST sürücülerini yükleyerek aştım. Windows 7’nin beraberinde gelen Realtek LAN sürücüleri de bir hayli eski bir sürümdü; ancak Realtek’in destek sayfalarında güncel 64-bit sürücüleri mevcuttu ve bu sürücüyü de başarıyla güncelledim. Ses kartının sürücüleri içinse, ASUS’un sürüclerini değil de bağımsız bir sürücü paketi çalışması olan UniXonar sürücülerini sisteme yükledim. Bu sürücüleri yüklerken, ASUS’un kontrol panelini yüklemiyorum ki DPC gecikmesi denilen sorun asgariye indirgensin (DPC gecikmesinin neden olduğu sorunlarla ilgili detaylı bilgiye ve sisteminizdeki DPC gecikmesi olup olmadığı gösteren ufak bir uygulamaya şu bağlantıdan erişebilirsiniz). Bunun yerine, yine UniXonar ekibinin hazırladığı XonarSwitch adlı ufak uygulamayı sisteme kurdum. XonarSwitch hem DPC gecikme sorununa neden olmuyor, hem de ASUS’un kontrol paneline göre çok daha az kaynak tüketiyor; üstelik kontrol panelinden yapacağınız her türlü ayarı yapmanıza, çok daha sade ve kullanışlı bir arayüzle imkan tanıyor. Windows kurulumuyla beraber sisteme kurulan tüm yan uygulamaları sistemden kaldırdım. Windows Update, Windows Search, Windows Defender ve birçok hizmeti iptal ettim. Sistemde sadece çekirdek hizmetler ve ağ bağlantısı için gerekli hizmetler kaldı. Bu haliyle sistem dosyaları, sistem ilk açıldığında hafızada toplam 750 MB civarı bir yer işgal ediyor. Sisteme antivirüs yazılımı kurmadığımı da belirtmeliyim, ne de olsa bu bilgisayarla sadece müzik dinleyeceğiz. Foobar2K uygulamasının son sürümü ile, uygulamanın WASAPI, ASIO, SoX Resampler eklentilerini kurdum. Uygulamanın ses çıkışı için, ilk başta WASAPI’yi kullanmayı düşünmüştüm. WASAPI nedir diye soracak olursanız, Windows Vista ile birlikte hayatımıza giren ve ASIO’ya Microsoft tarafından yaratılan alternatif diyebiliriz. WASAPI ile, destekleyen uygulamalar ses kartı kaynaklarına doğrudan ve öncelikli olarak erişebiliyor. Ancak WASAPI bana beklenmedik bir sorun çıkardı, yazının sonlarına doğru buna değineceğim. Bu sebeple Foobar2K’in ASIO çıkışını kullanmak durumunda kaldım. Foobar2K’de ASIO çıkışını kullanmak için bazı ufak ayarlar yapmanız gerekiyor. Preferences >> Playback >> Output sekmesi altında ses kartınızın ASIO sürücülerini seçtikten sonra, eğer mevcutsa “Use 64-bit ASIO drivers” ile “Run with high process priority” seçeneklerini aktif hale getirmeliyiz. “Custom Channel Mappings” kısmında da, ASIO sürücülerinin kullanacağı ses kanallarının bit derinliğini ayarlayabiliyoruz. Bu bölümde, ses kartımızın veya DAC’imizin desteğine göre 16, 24 ve 32 bit şeklinde ayar yapabiliyoruz. Arşivimde 24-bit kayıtlar da mevcut olduğu için bit derinliğini 24-bit olarak ayarladım. Uygulamanın Preferences >> Advanced >> Playback kısmında da bazı ayarlar yapmamız gerekiyor. Öncelikle, çalınacak parçanın tamamının RAM’e alınıp çalma işleminin doğrudan RAM’deki tampondan yapılmasını sağlamak için, “Full file buffering up to (kb)” değerini yüksek bir değer olarak belirlemeliyiz. Ben buraya 500.000 kb değerini girdim; bu demek oluyor ki 500 MB’a kadar büyüklüğe sahip parçalar doğrudan RAM’e alınarak çalma işlemi diskten veya ağdan bağımsız bir şekilde yapılacak. Yine Advanced sekmesi altında yer alan “Thread priority” seçeneğini 7 olarak belirledikten sonra, “Use MMCSS” seçeneğini aktif hale getirmemiz gerekiyor. Böylece uygulamayı, en yüksek öncelikle çalıştırıyor olacağız. Foobar2K uygulamasının temel kullanım ayarları bu şekilde. Geriye bir tek, çaldığımız parçalar üzerinde upsample işlemini yapacak SoX resampler eklentisinin ayarlarını yapmak kalıyor. Bu ayarlar da Preferences >> Playback >> DSP Manager sekmesi altındaki “Active DSP” kısmına dahil edeceğimiz “Resampler (SoX)” eklentisi üzerinde yapılıyor. Upsample değeri olarak 96 kHz değerini girdim. Aslında hem uygulama, hem de kullandığım ses kartı 192 kHz’e kadar upsample yapıp oynatabiliyor. Ancak tek çekirdekli Atom işlemciyi fazla zorlamak istemedim ve 96 kHz’in ideal değer olduğuna karar verdim. Zaten günümüzde birçok kaliteli harici DAC de en fazla 96 kHz’e upsample yapabiliyor. Güncelleme (22.05.2016) Atom D410 işlemcimiz,192 kHz upsample işleminin altından sorunsuzca kalkıyor. Tüm FLAC müzik dosyalarımı 192 kHz'e upsample edilmiş şekilde dinliyorum. Tüm bu ince ayarları yaptıktan sonra, NAS’ta duran FLAC arşivimi sistemin SSD’sine kopyaladım. Aslında ilk başta tüm dosyaları NAS üzerinde tutmayı planlamıştım ama evdeki hesap çarşıya uymadı Anakartın tümleşik 100 Mbit ethernet yongasının, ortalama 50-70 MB boyutundaki FLAC dosyalarını NAS’tan sistemin RAM’ine kopyalaması biraz uzun sürünce (F2K’de yaptığımız ayarlar neticesinde, dosya çalmaya başlanmadan önce dosyanın tamamı RAM’e kopyalanıyor ki ağ veya disk üzerinden herhangi bir streaming işlemi yapılmasın), şarkılar arasında 3-4 saniyelik boşluklar oluşmaya başladı. Anakartta gigabit destekli bir ethernet kontrolcüsü olsaydı muhtemelen bu sorun yaşanmayacaktı. Neyse ki 180 GB’lık SSD’de arşivimin önemli bir kısmı için yer mevcut ve SSD fiyatları da günden güne düşüyor. İleride yer sorunu başgösterirse, sisteme kolaylıkla ikinci bir 500 GB’lık SSD ekleyebilirim. Foobar2K altında çalma listelerini oluşturduktan ve uygulamayı sistem açıldığında otomatik olarak çalışacak şekilde ayarladıktan sonra, bu sistemi klavye/fare ve monitör bağlantısı olmadan, iPad Mini ile uzaktan nasıl yönetebilirim sorusu gündeme geldi. Denediğim yöntemleri teker teker yazmak gerekirse: Microsoft Remote Desktop: Uygulama çok basit bir arayüze sahip. Sisteme uzaktan eriştiğiniz zaman, dokunmatik tepkiler son derece hızlı ve başarılı. Ancak uygulamanın son derece sinir bozucu bir sıkıntısı var. Daha doğrusu bu sorun, iPad’in IOS işletim sisteminden kaynaklanıyor. Şöyle ki, RD uygulaması ile uzaktaki sisteme bağlandıktan sonra, iPad uyku moduna geçtiğinde WiFi otomatikman devre dışı kaldığı için RD uygulaması da kopuyor ve uzaktaki sistemden çıkış yapmış oluyorsunuz. Haliyle o esnada çalışan uygulamalar da kapanmış oluyor. Bu sorunu çözmek için ya iPad’in ekranını hiç kapatmayacaksınız, ki bu da pil tüketimini anormal derecede arttırıyor, ya da iPad’e jailbreak işlemi uygulayıp Insomnia veya KeepAwake gibi uygulamalar yükleyerek uyku modunda WiFi’nin devre dışı kalmasını önleyeceksiniz. IOS 9.3.1 için henüz jailbreak yayınlanmadığından, ikinci seçenek otomatikman devredışı kalmış oluyor. İlk seçenek de pil ömrü dolayısıyla uygulanabilir olmadığından Microsoft Remote Desktop uygulamasını, sadece gerektiği zaman sisteme erişmek için kenara kaldırmış olduk. TeamViewer: Buradaki arkadaşların da tavsiyesi üzerine TeamViewer’ı da sisteme ve iPad’e yükleyip denedim. Ancak sisteme uzaktan eriştiğimde, Teamviewer’ın sistemde sürekli ve yer yer %50’ye varan işlemci kullanımına yol açtığını gördüm. Bu durumda uygulamayı kullanmam imkansız hale geldi, zira tamamen pasif olarak soğutulan kasadaki sıcaklıkları olumsuz yönde etkileyecekti bu sorun. Uygulamada, bağlantı koptuğunda uzaktaki sistemden çıkış yapmamış oluyorsunuz, böylece Microsoft’un uygulamasındaki sorun ortaya çıkmıyor, ama yüksek işlemci kullanımı sebebiyle TeamViewer’ı da rafa kaldırmak zorunda kaldım. MonkeyMote 4 foobar2000 HD: Ne derler bilirsiniz, tatlılar her daim yemeğin sonunda gelir Sevgili Densha’nın önerisi olan, foobar2K’yı iPad üzerinden yönetmek için yazılmış bu uygulama, beklentilerimin de ötesine geçerek “Adam 8 TL’ye bize dünyaları vermiş” dedirtti bana. Sırf bu uygulama için bile detaylı bir inceleme yazmak gerekli, ama özetle uygulama ile: Uzaktaki sistemi Wake on LAN (WOL) ile açıp kapatabiliyor, uyku modundan (S3) çıkartabiliyor, tekrar uyku moduna sokabiliyor, ayrıca isterseniz sistemi tekrar başlatabiliyorsunuz. Bu, sistemin bir müzik kutusu olarak kullanımını inanılmaz pratik hale getiriyor. Özellikle S3 uyku modu ile, sistemi salonunuzdaki herhangi bir elektronik eşya misali anında açıp kapatabiliyorsunuz. Üstelik bunu iPad üzerinden, sistemin yanına gitmeden yapıyorsunuz. Tüm bu saydığım özelliklerin sorunsuzca kullanılabilmesi için, router’ınız üzerinden sisteme sabit bir IP atamanız ve uygulama altında sistemin MAC adresini girmeniz gerekiyor. Uygulama son derece şık ve kullanışlı bir arayüze sahip. Temel çalma kontrolleri yanı sıra ses seviyesi ayarı, çalma listesi oluşturma, listeler arasında gezinme, arşivde arama yapma, parça çalarken cover-art gösterimi, parçalarla ilgili detaylı bilgi görüntüleme gibi birçok özelliği bünyesinde barındırıyor uygulama. MonkeyMote 4 foobar2000 HD iPad Uygulaması Yukarıda özetlediğim tüm bu ince ayarlar ve iPad Mini üzerindeki MonkeyMote uygulamasıyla SoniCube, son derece şık, sessiz, az yer kaplayan, hiçbir fan ve mekanik parça içermeyen, yüksek kalitede sayısal-analog çevrim yapabilen, pratik ve kullanımı kolay bir müzik kutusu haline geldi. Tüm müzik arşivimi tek bir yerden yönetebileceğim böyle bir sistemi kurmak için harcadığım emek ve paraya değdiğini düşünüyorum. Umarım burada paylaştığım bilgilerin, benzer sistemler kurmak isteyen arkadaşlara bir şekilde yardımı dokunur... Bu vesileyle, bu başlık altında görüş, öneri ve desteklerini esirgemeyen tüm CHW ahalisine de teşekkür ediyorum Dipnot: F2K’in WASAPI çıkışının sorun yarattığını yazmıştım. Sorun, sistemi S3 uyku moduna aldığımda ortaya çıkıyor. Eğer sistem uyku moduna girerken o esnada bir şarkı çalıyor ise, uyku modundan çıkıldığında sistem resetleniyor. Bu sorunun kaynağını bir türlü bulamadım, çok fazla vakit kaybetmek istemediğim için de temelde işlevleri aynı olan ASIO çıkışını kullanmaya karar verdim. Dipnot2: Xonar Essence ST ses kartına ilave çok kanallı analog çıkış özelliği sağlayan H6 ek kartını kasaya takmadım. Zira kasanın 2. ve 3. PCI yuvalarında, böyle bir ek kartın takılması durumunda kartın yerinde sağlamca durmasını sağlayacak bir çözüm düşünülmemiş. Kart tek bir vida ile sabitlendiğinde, bracket'in alt uç kısmı boşta olduğu için içeri doğru gömülüyordu. SoniCube'u sadece stereo set ve kulaklıkla kullanacağım için, H6 kartının yokluğu herhangi bir sıkıntı çıkarmadı... Günceleme (22.05.2016) Amfi ve Hoparlör Değişimi SoniCube'da kullandığım Windows 7 64-bit işletim sisteminde, gerek duyulmayan tüm servisleri kapattığımdan daha önce de bahsetmiştim. Sadece çekirdek servisler ile, MonkeyMote uygulamasının ihtiyaç duyduğu Apple servisleri ve Microsoft Remote Desktop uygulamasının ihtiyaç duyduğu servisler faal durumdayken, işletim sistemi bellekte 680 MB kadar kaynak tüketiyor. Faal servislerin listesini aşağıdaki ekran görüntüsünde görebilirsiniz: Madem böyle bir işe giriştik, projeyi sadece kulaklıklara mahkum etmeyelim dedim ve daha iyi bir amfi&hoparlör arayışına girdim. Kısıtlı bütçeye sığdırabildiğim ürünler, Yamaha A-S700 amfi ile Dali Zensor 3 hoparlörler oldu. Aslında amfinin fiyatı bütçeyi epey aşıyordu ama nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde, 2. elde çok çok uygun fiyata satan bir satıcıya denk geldim. 2000 TL faturası olan 5 aylık ürünü bana 900 TL'ye sattı. Bu fiyat seviyelerindeki bir ürünü düşünmüyordum, daha doğrusu bütçede yer yoktu. Sony'nin ES serisi 10-15 yıllık amfilerine bakıyordum ama hakancez hocamın da uyarısıyla bu yıllanmış ve üzerinde türlü çeşit tamirat, parça değişimi uygulanmış olma riski yüksek ürünlerden uzak durmaya karar verdim. İyi ki de öyle yapmışım. Yamaha A-S700 Amfi Hoparlörleri eski amfime bağlamak için, kabloların hoparlör girişlerine muz uç (banana plug) diye tabir edilen fişlerden almıştım. Yeni amfimin hoparlör çıkışları da muz uç destekli olduğu için, 4 adet daha bu uçlardan temin ettim ve bağlantıları yukarıdaki resimde görebileceğiniz şekilde yaptım. Muz uçlar hem daha pratik, hem daha güvenli bir bağlantı şekli. Yalnız bu noktada şöyle bir uyarıda bulunaym. AB ülkelerinde satılan Yamaha amfiler, kutudan çıktığı haliyle muz uç kullanmaya uygun değil. Muz uçların elektirik çarpmasına karşı herhangi bir yalıtıma sahip olmaması sebebiyle, AB mevzuatı bu tür fişleri kullanan cihazların AB ülkelerinde satışına izin vermiyormuş. Bu yüzden, amfinin hoparlör bağlantı noktaları muz uçların takılmasını engelleyecek plastik muhafazalarla geliyor. Tabii ki bunları çıkarmak (daha doğrusu kırmak) çok basit. Ufak bir tornavida ile içeriden hafif kanırtıp kolayca çıkarıyorsunuz bu plastik muhafazaları. Bu işlemi yaptığınızda, hoparlör bağlantı noktaları aşağıdaki şekli alıyor. Üstteki 4 bağlantının plastik muhafazaları iptal edilmiş, alttakiler kutudan çıktığı haliyle. Muz uçlarla ilgili diğer konuya yazdığım mesajı buraya da ilave ediyorum: Hoparlör kablosunu hoparlöre bağlamak için muz uç (banana plug) diye tabir edilen fişlerden aldım. Kablo ucunu çıplak bırakmaktan daha sağlıklı bir bağlantı yöntemi oldu sanırım. Sahibinden sitesindeki bir satıcıdan tanesi 4,40 TL'den aldım uçları; Nakamichi marka, altın kaplama imiş (artık ne kadar doğruysa). Uygulaması falan çok basit. Yalnız bendeki amfinin hoparlör çıkışları muz uç desteklemediği için mecburen o tarafta kablo uçları çıplak kalacak şekilde bağlantı yapıyorum. Güncelleme (12.03.2017) Dinleme seanslarım sonucunda, upsample işleminin bir kazanım yaratmadığına karar verdim ve upsample işlemini tamamen iptal ettim. Tüm kayıtları ASIO üzerinden bit-perfect dinliyorum.
  13. 1 like
    Aslında yapalı çok uzun süre oldu ve uzun süredir kullanıyorum ama buraya eklememişim, sanırım fırsat bulamadım. Son 1 yılda çok fazla şey yaşadım muhtemelen o yüzden gecikti. Ikea Hemnes masa revizyonu sonrasında bir Hemnes yazıcı sehpası gerekiyordu, böyle bir ürünü yok Ikea'nın, o nedenle kendim yapmak istedim. Aslında normal bir sehpa olabilecek ürünü elimdeki eski parçalardan yaptım, bence güzel oldu. İyi seyirler Ikea Hemnes Yazıcı Sehpası
  14. 1 like
    Masanın boyası hariç her aşamasını bitirdiğim halde birkaç gündür yoğunluktan yazamadım. Çalışma odamı da eş zamanlı yaptığım için biraz gecikme oldu. Son haliyle ahşap koruyucu da uyguladığım hali yazının en sonunda yer alıyor. Masanın iskeletini yaparken ortadaki destek çıtasının civata ile tutturulmaması ve yine tek çıta olması nedeniyle üzerine koyacağım tablaları yeterince destekleyemeyeceğini düşündüm. Öncelikle ortadaki çıtaya civata ilave ettim. Tablalar 2 parça halindeydi, 200x40 cm olan her iki tablayı iskelet üzerine monte ettim. Bunun için bolca köşebent kullandım. Masanın alttan görünümü de şu şekilde : Köşebent kullanımını abartmamın nedeni en ufak bir gıcırdamaya bile tahammülüm olmaması, esneklik çok sevdiğim birşey değil. İki tabla arasında milimetre bile etmeyecek kadar bir girinti kaldı, burasının düz olmasını istediğim için ahşap tamir macunu kullandım, macunun kuruması için 15 dk yeterli dese de 12 saat bekledim, üstünü zımparaladım ve sonrasında da ahşap koruyucu ile boyadım. Masanın son hali de bu şekilde :
  15. 1 like
    Kiralık daireler için bir kadın aradı. Gelinlik satışı yapacaklarmış. Doğrudan fiyat sordu. Söyledim. "Biz işe yeni başlıyoruz, bize birşeyler yapamaz mısınız?" dedi. Ben de yapamayız, bunlar net rakamlar dedim. Bakınız pazarlığa başladık ama şu noktada halen kirada indirim isteyen kişinin tutacağı mülk hakkında hiçbir fikri yok. Daireleri görmek bir yana, içi yeni mi, eski mi, kaç metrekare, kaç odalı, nasıl ısınıyor, bunları bilmiyor, ilgilenmiyor bile. Sadece indirim (ikram) istiyor. Sonra kadın "biz hatim indiriyoruz, biz indirdikçe size de sevap yazılır" dedi. Bende kayış koptu o anda. "Hanımefendi daha tutacağınız yeri görmediniz, neyi nereye indiriyorsunuz? Bana ne sizin hatminizden, herkesin ibadeti kendinedir" dedim. Kadın hala sevap kazanacaksınız filan diyor. Kibarca kapatmaya çalıştım, olmadı. Suratına kapatmak zorunda kaldım. Daha ilk baştan "kiminin parası, kiminin duası" moduna girmiş, kazıklayacak adam arıyor hatimci abla.
  16. 1 like
    Uzunca bir süredir 2010 orta model imac'im premiere pro gibi güç gerektiren uygulamaların altından kalkamıyor. 45 saniyelik herhangi bir efekt eklenmemiş video render işlemi 2 dakikadan uzun sürüyor. Yine harici disk üzerinden dosyaları mpeg2 olarak kopyalamak 20 dakikayı buluyor bazen. En son kongre öncesinde sunum için videoyu hazırlarken 3 defa yüksek sesli bip uyarısı sonrasında imac kendini kapattı ve sıcaklık azalana kadar açılmadı maalesef. Burada biraz benim daha önce yaptığım modifikasyonların da etkisi var tabi ki, özellikle superdrive yuvasına taktığım ssd'nin üzerindeki ısı sensörünü sonradan kasanın kendisine yapıştırmam nedeniyle fan 2000 devirde çalışmıyor haliyle. Tabi bu kadar sesli çalıştıktan sonra konfor da kalmıyor, orası da ayrı bir mevzu. iMac'imden vazgeçmek istememem (özellikle stabil bir sistem olması, internet, ofis işlerinde vs. güvenilir olması gibi durumlardan, yine evdeki time capsule, airport Express, ipad, apple tv gibi apple ekosisteminden dolayı) ve iMac Pro'nun Türkiye beklenen fiyatının girişte 25.000 TL, benim istediğim 18 çekirdekli modelinse muhtemelen 32.000 TL civarında olması ihtimali nedeniyle sadece işlemci güncellemesi için bu kadar para vermeyi uygun bulmadım. Apple 2009 ve 2010 iMac'lerde thunderbolt (minidisplayport'la birebir aynı şey, sadece çift yönlü aktarımla ilgili farklıklıklar var) çıkışı aynı zamanda target mode (hedef modu) ile imac'in ekran olarak kullanılabilmesini mümkün kılıyor. Bu özellik 2010 sonrasındaki imac'lerden kaldırıldı maalesef. Bunda bu özelliğin aşırı kullanışlı olmasının da etkisi var tabi ki. Öncelikle belirtmem gereken hedef modu/target mode kesinlikle Windows tabanlı bir PC'den görüntü alınmasını sağlıyor, bazı forumlarda sadece mb pro gibi thunderbolt çıkışlarından görüntü alınabildiği yazılmış ancak tamamen yanlış bir bilgi. İşe Windows tabanlı iş istasyonumuzu kurarak başlıyoruz. Kuracağımız sistem : - Asrock EP2C612 WS Anakart - Xeon E5-2696v3 2.3ghz 18c36t işlemci - 4x8 gb non ECC 2133 Mhz DDR Ram - Samsung Evo 850 1TB SSD - Silverstone Prime Platinum 1000W PSU - Corsair H100i v2 AIO soğutucu - Corsair Graphite 780T kasa - EVGA 1050Ti 4 GB ekran kartı - Pioneer Blu Ray yazıcı bileşenlerinden oluşuyor. Asrock anakart ve E5 Haswell seçmemizin bir nedeni bir bug nedeniyle modlama sonucunda işlemcimizi turbo modunda kullanabilme özelliği. Bu özelliği nedeniyle bu işlemci şu anda piyasada karaborsa olarak satılıyor maalesef. Her nedense düzenleme aşamasında yazdıklarım uçup gitti ve tekrar yazmaya başladım. İş istasyonu kurmaya başladığımızda önümüze çıkan engellerden ilki SSI EEB anakartlara uygun bir kasa bulabilmek. Graphite 780T kasa e-ATX uyumlu ve 12"x13" boyutuyla SSI EEB ile aynı boyutlarda anakart sığsa bile maalesef anakartın oturduğu 4 delik farklı yerlerde, bunu uydurabilmek için e-ATX uyumlu 4 vidayı söküp 3.3 mm demir matkap ucuyla, akülü şarj cihazını kullanarak delik açmak lazım. Ardından üstteki resimlerde görüldüğü gibi anakartı takıyoruz. Şu anda tek işlemci kullandığım için kasa oldukça ferah, radyatörü kasanın üstüne yerleştirdim, bana geniş alanlar kaldı bu sayede. Ardından bilgisayarımız çalışır hale geliyor. iMac hedef modunu kullanmadan önce ekran kartımızdaki displayport çıkışından aldığımız görüntüyü minidisplayporta çevirmemiz gerekiyor. Bunun için gerekli kablo Hepsiburada'da satılıyor. 30 TL civarında oldukça ucuz bir kablo. Bu kabloyu takıyoruz ve ardından iMac'imizi açıyoruz. Hedef modunda çalıştırabilmek için iMac'in açık olması gerekiyor. iMac açıldıktan sonra bilgisayarımızın güç düğmesine basıyoruz ve iMac ekranı bir anda kararıp geri geliyor. Sonrasında cmd + F2 tuş kombinasyonuyla bilgisayara geri dönüyoruz. Bu aşamada çok kolay unutulabilecek birşey klavye ve fare, yeni bilgisayarımızın klavye ve faresi ayrı bu yüzden bunu unutmamak lazım. Bios'un default ayarlarıyla direkt açtığımız bilgisayarımıza windows kurmak çok kolay oluyor. Daha güzel olansa cmd + F2 kombinasyonuyla OS X ve güçlü bir windows pc arasında rahat geçiş yapıyor olabilmek. Displayport aynı zamanda ses iletimini de gerçekleştirdiği için iMac'in hoparlörlerini aktif olarak kullanabiliyoruz windows üzerindeyken. Bu da ayrı bir güzellik. Apple hedef modunu kaldırarak bizlere kötülük yaparken kendisine oldukça büyük bir iyilik yapmış aslında, özellikle Xeon ihtiyacı olanları kendisine muhtaç bırakmış, elinizde 2009-2010 iMac varsa yanlışlıkla atmak veya satmak gibi şeylere girişmeyin, sonuç çok güzel oluyor : İş istasyonunu kurarken yardımları için @Whooosh'a ayrıca teşekkür ederim.
  17. 1 like
    Ekşici kafası = mal kafası. Sabah gazete almaya giderken duvarda Ayşe Erbulak'ın Cinayet Sınıfı Başkanı diye bir kitabının reklam afişini gördüm. Televizyon filan izlemediğimden Ayşe Erbulak'ı da tanımam. Altan Erbulak'ın birşeyi olduğu belli de, nesi bilmiyorum. Kızıymış. Neyse, gelince kadını arattım Google'da. Ekşi Sözlük linkine tıkladım belki kitaplarıyla ilgili yorum vardır diye. İlk birkaç madde kadının yaptığı işlerle (stand up gösteri, yazarlık filan) alakalı. İşte Norveç'te yaşıyormuş filan. Boş bir insan değil neticede, Altan Erbulak'ın kızı, boru değil. Neyse bir ara kadın homoseksüelleri sevmediğini söylemiş. Ondan sonra linç kampanyası başlamış. İşte onca kültür eğitim filan para etmiyormuş Türk kafası değişmiyormuş filan. Yav entellektüel olmak ibneleri sevmeyi mi gerektiriyor? İbneleri sevmek bizi daha batılı, daha modern mi yapıyor? İbne sevmeyen otomatikman cahil mi ilan edilecek? Diploması elinden alınacak mı? Homoseksüel de herkes gibi insandır, herkesin herkesi sevme veya sevmeme hakkı vardır. Saygı duyduktan, rahatsız etmedikten sonra kimse kimseyi sevmek desteklemek zorunda değil. Şu "entellektüel ibne sever", "entellektüel arada kendi de bir sakso çeker", "entellektüel azınlıkları destekler" gibi osuruktan kalıplardan kurtulmak lazım. Bizim başımızı toplumu ayrıştıran bu kalıplar yiyor.
  18. 1 like
    SCIENCE Dead people and pets are being forged into sparkling blue diamonds — here's how Dave Mosher Jul 26, 2017, 12:22 PM ET Algordanza/courtesy of Frank Ripka A rough "memorial diamond" synthesized from human ashes. When a person dies, cremation is an increasingly popular option. The practice eclipsed burials in the US in 2015 and is expected to make up more than half of all body disposals by 2020, according to the Cremation Association of North America. But instead of storing a loved one's cremains in an urn or sprinkling them outside, a growing number of bereaved consumers are doing something more adventurous: forging the ashes into diamonds. This is possible because carbon is the second-most-abundant atomic element in the human body, and diamonds are made of crystallized carbon. Researchers have also improved ways to grow diamonds in the lab in recent years. While at least five companies offer a "memorial diamond" service, Algordanza in Switzerland is one of the industry leaders - its services are available in 33 countries, and the company told Business Insider it sold nearly 1,000 corporeal gems in 2016. Algordanza also claims to be the only company of its kind that operates its own diamond-growing lab for cremains - one of two in the world. (The other is in Russia.) "It allows someone to keep their loved one with them forever," Christina Martoia, a spokeswoman for Algordanza US, told Business Insider. "We're bringing joy out of something that is, for a lot of people, a lot of pain." Here's how the company uses extreme heat and pressure to turn dead people - and sometimes animals - into sparkling gems of all sizes, cuts, and colors. Kelly Dickerson contributed to this story. Making a diamond from a dead person begins with cremation. The process typically leaves behind about 5 to 10 pounds of ashes, much of which is carbon. posztos/Shutterstock A crematorium oven in Budapest, Hungary. Styles of cremation differ from culture to culture. Some use hotter temperatures for longer, which allows more carbon to escape into the air as carbon dioxide (which may mean more ashes are needed to form a diamond). Source: Algordanza Martoia said Algordanza requires a minimum of one pound of cremains. "That's kind of the magic number, where our engineers can guarantee there will be enough carbon to make a memorial diamond," she said. Algordanza When the company receives ashes from a customer, a technician puts a sample into a special oven to see if there's enough carbon to grow a diamond. If there's not enough, the amount of carbon in a lock of hair can make up the difference. Once there's enough carbon, the element is extracted and purified of contaminants like salts. "We use an acidic chemical to get rid of impurities," Martoia said. This bumps the carbon purity of the processed ashes to about 99% or greater. The other 1% contains impurities like boron — an element and micro-nutrient that helps humans (and other animals) grow bone, heal wounds, and regulate the immune system. Source: Integrative Medicine: A Clinician's Journal Boron is the impurity that colors the rare blue diamonds found in nature — and is why many "memorial diamonds" come out blue, too. Algordanza A round Algordanza memorial diamond made from animal cremains. Source: Gemological Institute of America "The diamonds can range from clear to very deep blue," Martoia said. "The more boron, the deeper the blue." Algordanza Round Algordanza memorial diamonds made from animal cremains. She added that it's impossible to predict the exact color a memorial diamond will take on. "But an interesting thing to note is that our technicians are seeing a correlation in people who have had chemotherapy. Their diamonds tend to come out much lighter," Martoia said. This may be because chemotherapy leaches away the body's boron and other important micronutrients. When Algordanza processes ashes, Martoia says, "it's nearly impossible to separate out the boron from the carbon". This is because the two elements share similar weights and properties. Sandbh/Wikipedia (CC BY-SA 4.0) Boron and carbon are similar in size and other atomic properties. To further purify the carbon to 99.9% or more, technicians pack it into a growing cell that contains iron and cobalt — additives that help remove contaminants. The cell also contains a tiny diamond to help the carbon crystallize into a rough shape, since carbon crystallizes best when it touches an existing diamond. Algordanza The diamond provides a "blueprint" for the carbon to work from, which means the new diamond that eventually forms will require less cutting and polishing. The final purification step converts the carbon into slippery sheets of graphite — the same type of carbon in pencils. Graphite's microscopic flat sheets of carbon are an ideal starter material for synthesizing diamonds. Algordanza Natural diamonds form out of carbon that gets stuck in lava tubes about a mile deep in the Earth's crust. Asbestos/Wikipedia (CC BY-SA 3.0) To emulate that environment, Algordanza inserts the cell (now packed with graphite) into a platter and slides it into a high-temperature high-pressure (HPHT) growing machine. Algordanza That machine can heat a growth cell to nearly 2,500 degrees Fahrenheit. It also squeezes the cell under 870,000 pounds-per-square-inch of pressure. Algordanza Source: Algordanza That's like the entire mass of the International Space Station bearing down on the face of a wristwatch — then heating it up to a temperature exceeding that of lava. NASA The International Space Station (ISS). Depending on how big a customer wants their diamond to be, it can take six to eight weeks in an HPHT machine to coax graphite to crystallize into a gem. "The larger the diamond, the longer it takes to grow," Martoia said. Algordanza A round Algordanza memorial diamond made from animal cremains. When enough time has passed, technicians remove the puck of graphite and crack it open. Source: Science Channel Inside awaits a rough, uncut, and unpolished diamond. Algordanza An Algordanza memorial diamond made from animal cremains. Some customers take the rough gem, but many opt to have their memorial diamonds cut, faceted, and polished by a jeweler in Switzerland. wideweb/Shutterstock A diamond is polished on a rotating automatic cast-iron lap. Algordanza's prices start at $3,000 for a 0.3 carat diamond. Martoia said the average order is about 0.4 to 0.5 carat, though US customers usually request bigger, 0.8-carat diamonds. Algordanza A rough Algordanza memorial diamond made from animal cremains. But Algordanza can make them much larger: The company recently took a $48,000 order for 2-carat diamond. After 10 months of growth, the resulting gem actually wound up being 1.76-carats - but it's still the largest memorial diamond ever made by the company. Orders for diamonds made from human cremains aren't the only type that Algordanza receives. "First we had the cremains of a German Shepard and now we have cremains of a cat," Martoia said. Algordanza An emerald-cut Algordanza memorial diamond made from animal cremains.
  19. 1 like
    lawnmower

    Mal mal konuşup farkında olamamak

    Biz havalandırma borusu üretiyoruz. Demin elemanın biri geldi. Genç, şort tişört tarzı takılan öğrenci tipli bir genç. "Bana iki tane 3 metre 120mm" boru lazım dedi. Ben getirmek için içeri gittim. O esnada babama anlatmış. Ben geri geldiğimde babam "bilgisayarı soğutmak için kullanacakmış" dedi. Ben tabi anladım, benim de zamanında aklıma gelen egzost fan çıkışını dışarı verme olayını yapacakmış. "Oda sıcaklığı 38 derece oluyor, biraz daha ısınırsa sistem arıza verecek" filan dedi. Ben tabi mal mal konuşuyorum. Mallık kısmını sonra farkedeceğim. Elemana "macunları yenile, bolca fan tak, bak bu kapalı devre sıvı soğutmalar çok iyi, hele bir de push pull yaparsan şahane" filan diyorum. Sonra ilk sormam gereken ama unuttuğum şey geldi aklıma ve sordum. "Soğutulacak kasa ne?" dedim. Hani model söylerse mallığa devam edip 200mm fan tak diyeceğim. Eleman "Abi iki kasa var, biri Cisco diğeri HP, bir tane switch var, bir de workstation var ama o pek ısınmıyor zaten" dedi. Ben bunu evde overclock yapan talebe sanıyorum, meğersem herif system admin'miş, server odasını serinletmeye çalışıyormuş. İşi zaten bu olan adama ben macun diyorum, fan diyorum... Neyse, verdik boruları, gitti eleman.
  20. 1 like
    Eğer siz de benim gibi, kadronuzun yapısı sebebiyle düz şaft borulu bir maşa kullanmak zorudaysanız, open dropout diye tabir ettiğimiz ve 9 mm QR mandal sistemiyle jant montajı yapılan maşalara mahkumsunuz demektir Zira piyasadaki sokma milli (thru axle) maşaların hemen tamamı konik şaft borusuna sahip.Bu tür maşaların esnemezliğini (stiffnes) arttırmanın yollarını arıyorsanız, doğru adrestesiniz Burada size tanıtacağım ürün, biraz meşakatli de olsa kendi dağ bisikletimin maşasında kullanmaya başladığım, DT SWISS RWS Thru Bolt.9 mm çapında ve 100 mm uzunluğundaki bu mil, standart 9 mm QR mandalı kullandığınız maşanızda hem aksın, hem de QR milinin vazifesini üstleniyor. Bildiğiniz gibi QR sistemlerde, QR mandalının 5 mm çapındaki mili, jant göbeğinde yer alan 9 mm çapındaki aksın içinden geçerek, maşanın drop-out'larına oturan aksa sıkıştırma gücü uyguluyor. İşte bu noktada hem aks ve mil'in iki ayrı parçadan ibaret olması, hem de QR mandalıyla uygulayabileceğimiz sıkıştırma gücünün sınırlı olması sebebiyle bazı sorunlarla karşılaşabiliyoruz. Örneğin: Disk fren kullanıyorsak, özellikle uzun süreli inişler esnasında sert frenlemeler yaptığımızda, QR mandalının bir miktar gevşeyebildiğini görebiliyoruz. Yine disk fren kullanımında, jantı söküp taktığımızda rotorun kaliperde tam olarak ortalanması çok zor oluyor. Maşamızda esnemezlikle ilgili bazı sıkıntılar yaşayabiliyoruz; mesela bazı virajlarda rotorun balatalara sürtündüğünü duyabiliyoruz. DT SWISS'in RWS Thru bolt ürünü, bu sorunlara çözüm getirme iddiasında. 9 mm QR kullanan tüm maşalarla %100 uyumlu olan bu QR milini kullanabilmek için, jant göbeğinizin 15 mm sokma mil uyumlu olması gerekiyor; ayrıca 15 mm > 9 mm çevirici adaptör kullanmak zorundasınız.DT SWISS'in geliştirdiği Ratchet Wheelmounting System (RWS) ile, sıradan QR mandallarıyla erişilmesi çok zor olan sıkıştırma gücünü uygulayabiliyoruz. QR mandalların aksine sıkıştırma gücü, mandalı kendi ekseni etrafında çevirerek uygulanıyor. Yeterli sıkıştırmayı uyguladıktan sonra da, RWS mandalını kendinize doğru çekerek, mandalı dilediğiniz pozisyona getirebiliyorsunuz. Mandalın kendisinin aluminyum alaşım olduğunu da belirteyim. Piyasaya ilk çıkan RWS millerde bu mandallar plastik imiş. Kullanıcılar plastik mandalların kolay kırılabildiğini raporlayınca firma yeni serilerde mandalları aluminyumdan imal etmeye başlamış.Ürünü Chain Reaction Cycles firmasından, kargo dahil 30 Euro ödeyerek satın aldım. Ürünün kargo hariç bedeli 30 Euro'luk gümrük muafiyet sınırının altında olduğu için, gümrük ücreti ödemeden 5 günde bana ulaştı. Teslimatı PTT yapıyor.DT Swiss RWS Thru Bolt Alloy | Chain Reaction CyclesAşağıdaki resimde ürünü ve Mavic'in 5 mm QR mandalını yanyana görebilirsiniz:Bu mili jant göbeğimizde kullanabilmek için 15 mm > 9 mm çevirici adaptör kullanmak gerektiğini söylemiştim. Ne yazık ki kullandığım jant seti olan Crossmax SLR 2012'nin üreticisi olan Mavic, jant göbeği için böyle bir çevirici adaptör üretmiyor. Bu yüzden 3. parti çözümlere başvurmamız gerekiyor. Örneğin ABD'deki Velofuze isimli bir firma, bu şekilde bir adaptör üretip 20 USD fiyatla satıyor:15mm Thru Axle adapter to 9mm Quick Release SkewerFirma ile yaptığım yazışmalarda, Türkiye'ye gönderim yapmadıklarını öğrendim. Benzer adaptörler, yakın fiyatlarla ebay'de de satılıyor, ancak ülkemizde PayPal kullanamadığımız için ebay'deki alışverişlerimiz için ödeme yapamıyoruz. Bu yüzden kendi göbeğimizi kendimiz keselim dedim ve Velofuze'ün adaptörünün resmi ile birlikte oto sanayinin yolunu tuttum Öncelikle malzemeciden 15,3 mm çapındaki 7075 aluminyum borudan 110 mm uzunluğunda parçalar kestirdim. Daha sonra bunları, ince işçiliğine güvendiğim, Tülomsaş'tan emekli olmuş bir tornacı ustamızın dükkanına götürdüm. Aluminyum malzemeyi 14,9 mm dış çap, 9,1 mm iç çap ve 100 mm uzunluğa sahip olacak şekilde tornada işledik. Bu ölçüleri hassas bir şekilde tutturmak önemli, zira imal ettiğimiz adaptörün jant göbeğine tatlı-sıkı, hissedilir bir boşluk olmadan oturması gerekiyor. Aynı şekilde RWS thru bolt milimizin de bu adaptörün içine tatlı-sıkı oturması lazım.Sağ ve sol dıştan içeriye doğru 25 mm mesafede o-ring kanallarını açtıktan ve uygun ölçülerdeki o-ring'leri taktıktan sonra malzememiz aşağıdaki hale gelmiş oldu. Bu işlemin bana maliyeti, malzemeyi de hesaba katarsak 20 TL oldu:Sıra geldi imal ettiğimiz adaptörü jant göbeğimize takmaya. Öncelikle Mavic'in 9 mm QR adaptörlerini göbekten çıkarmamız lazım. Bu adaptörler aks vazifesi de görüyor ve göbekte 5 mm QR mandalının kullanılmasını sağlıyor. QR mandalıyla birlikte jantın yanında verilen bu seti, 90 TL gibi bir bedelle ayrıca da satın alabiliyorsunuz:Adaptör göbeğe yerleşik halde:İşlem tamam Geriye sistemi test etmek kalıyor. Pek tabii ki 15 mm'lik sokma milin (thru axle) sunduğu performans ve güvenliği elde edemeyeceğiz; zira sokma milde hem mil çapı daha büyük, hem de mil doğrudan maşaya vidalanıp sabitleniyor. Ancak DT SWISS RWS Thru bolt'la ilgili yabancı kaynaklarda 100+ sayfa okuma yaptım ve esnemezlik, disk fren performansı ve güvenlik anlamında çok olumlu sonuçlar alındığını gördüm. Tabii ki hiçbir yorum, kendi kişisel tecrübelerimizin yerini tutmaz; bu yüzden bisikleti zorlu şartlarda test edip sonuçlarını tecrübe etmeden kesin bir hüküm vermek istemiyorum. Araya başka işler girdiği için henüz bisikletle sürüşe çıkamadım ancak en kısa zamanda sistemi test edeceğim.Bu ürünü kullanabilmemiz için gerekli olan unsurları tekrar etmek gerekirse: Jant göbeğimiz 15 mm sokma mil uyumlu olmalı 15 mm > 9 mm çevirici adaptör satın almalı veya kendimiz imal ettirmeliyiz. DT SWISS'in arka jantlar için ürettiği bir thru bolt mili de var. Bu mil 10 mm çapında ve 135 mm uzunluğunda. Open dropout kadrolarda 10 mm çapında QR milleri kullanılıyor ve 10 mm'lik thru bolt mili de bu kadrolarla %100 uyumlu. Ürün şu an Chain Reaction Cycles firmasında stokta gözükmüyor, stoğa girdiği gibi bundan da sipariş etmeyi düşünüyorum. Tabii bu mili arka jant göbeğinde kullanabilmek için de 12 mm > 10 mm adaptör imal etmek zorunda kalacağım. Şimdilik arka jant göbeğinde, DT SWISS RWS 5 mm QR mandalını kullanıyorum. Bu ürün thru bolt mili kadar olmasa da, jantı kadroya sıradan QR mandallara nazaran daha güvenli bir şekilde sabitliyor. Bu mandalı yine Chain Reaction Cycles firmasından, kargo dahil 35 Euro'ya satın aldım:DT Swiss RWS MTB Steel | Chain Reaction CyclesUmarım bu konuyla, benim gibi elindeki maşayı değiştirmeden maşanın performansını ve güvenliğini arttırmak isteyenlere bir şekilde yol göstermiş olurum. Konuyla ilgili sormak istediğiniz herhangi bir şey olursa lütfen çekinmeyin.